Küçük şirin bir evdi bizimki. Bahçesinde annemin yetiştirdiği, gözü gibi baktığı domatesler vardı. Her sabah, ektiği yeni tohumların son durumlarına bakmak için büyük bir mutlulukla bahçeye çıkar sonrasında pencereme gelir, eğer uyanmışsam, hiç ilgimi çekmediğini bildiği halde çağırıp bana bir bir ektiklerini gösterirdi.
– ‘Bak bak domateslerim 9 tane olmuş. Bak bu sırada da salatalıklar olacak. Şu çiçeklerin ucunda uzayacaklar. Bak şu şeftaliler geçen hafta yoktu. Bu hafta 3 tane olmuş. Bu yaz çok şeftali yiyeceğiz.’ der gülerdi.
Benden tek bir cümle çıkardı.
– ‘Evet anne çok güzeller’
Petunyalar, cam güzelleri, akşam sefaları, ve bahçe sedirleri. Annemin heyecanla aldığı salıncak. Yine bir hevesle aldığı ama hiç oturmadığı ama misafirlerin çok sevdiği sallanan sandalye. Ve tabi bahçemizi bir restoran, otel olarak kullanan, duyanın geldiği kediler.
Güzel bir bahçemiz vardı. Sokak kapısının dışında beyaz, kenarları mavi çizgili posta kutumuzun pek boş kaldığını hatırlamıyorum. Ekstreler, broşürler, abone olunan dergiler ve mektuplar.
Uzaktaki arkadaşlarla telefonda uzun uzadıya konuşamadığımız şeyleri, duygularımızın saflığı kadar beyaz sayfalara yazar dertleşirdik. Satır satır dökülürdü gözyaşlarım. Bazen gelen zarflardan kahkahalar duyulurdu. Sinirden buruşturup attıklarım olurdu. Sonra kıyamaz alır düzelsin diye kalın ansiklopedilerin arasına koyardım.
Lise çağlarımda bir yaz tatili sonrasında başladı posta kutusuyla sırdaşlığımız. Artık posta kutusunun anahtarı bende kalmaya başlamıştı. Okul çıkışlarımda beni eve kadar uçururdu, tüm gün beslediğim umutlarım.
Şimdi düşünüyorum da, sevgiliden gelen o mektuplar kadar bir daha hiçbir şeye heyecan duymadım.
Önce sevgilimden ayrıldım. Sonra evden. Bir zaman sonra ev satıldı. Yerine çok katlı binalar yapıldı. Posta kutumuzun arkadaşları ve hepsinin bir de numarası oldu. Mektupları unuttular. Kimisi hiç görmedi bile.
O çok katlı binalarda, mektup nedir bilmeyen nesiller yetişti. Hiç unutmuyorum, beni hapishanedeki bir dostuma mektup yazarken gören yeni yetme, ne yaptığımı sorduğunda ‘mektup yazıyorum’ demiştim. Yüzündeki ifade tirajı komikti. Neden mail değil de mektup yazdığımı sorgulayan gözlerle bakan bu terlemiş bıyıklıya mı güleyim. Bir mektubun verdiği heyecanını hiç tadamayacak olan bu nesillere ağlayayım mı bilemedim.
Hala sakladığım mektuplarım var. Kimisi yazılmış ama gönderilememişler, kimisi kitaplığın tozlu raflarındaki kalın ansiklopedilerinin sayfalarının arasında. Kimiyse, hiç unutulamayanların acısıyla yırtılmış yüreğimin derinliklerinde saklı. Posta kutumuzsa, o çok katlı binanın temelinde kaldı.
Eylül 2008