DENEMELER

SENİN İÇİN…

Yoğun gri bir hava hakim bu görkemli kentin öğlenine. İçim de bir o kadar hüzünlü bu gün. Gri, sisli bir ormanda yolunu bulmaya çalışarak yürüyorum sanki şu pencerenin önünde. Koskoca şehirde tek görebildiğim karşımdaki katedral. Camları buğulanmış bir gözlüğün ardından bakar gibi, seçmeye çalışıyorum ayrıntılarını. Olanca görkemiyle bana seni hatırlatıyor. Her şeye rağmen, tüm çekilenlere, sancılı geçmişe, savaşa ve barışa, mahpus duvarlarına, işkence günlerine rağmen dimdik karşımda. Eğilmeden bükülmeden geçen zamanda, dost seslerin avuntusuyla yenilenen bir kişilik.

Yazılmış ama yollanamamış sayfalarca mektup duruyor pencerenin önündeki kutunun içinde. Sayfalarca duygu, satırlarca söz. Yıllarca yaşanmış, hissedilmiş günlerin, onsuzluğun haykırışlarının gizlendiği bir mağara bu sayfalar. Rulo halinde beklemekten örümcek ağı bağlamış duygular arasında eksikler, boşluklar var. Kimi itiraf edilesi sessiz aşk çığlıkları kaçıvermiş aradan. Yazılmasından pişmanlık duyulanların ufalanmış kalıntıları var hemen yanında koca çığlıkların. Kelimelerin ortalarından yırtılmış mektuplar…

İçimdeki duyguların hüznünden kenarları yıpranan bu cümleler sığmaz oldu artık sayfalara. Kelimeler o görkemli halinin çevresinde döner oldu. Sana ulaşmak o denli zor değil artık. Bu şehir seni bana daha çok yakınlaştırdı. Şu oturduğum pencerenin önünden bile ulaşabiliyorum sana. Seninde bu koltukta oturduğunu bilmek ve benim için bu fotografı çektiğini bilmek bulutları biraz daha aralıyor. Seni daha iyi seçebilir oluyorum o pusun içerisinde. Dimdik duran bedenini. Uzaklara dalan gözlerini. Derin bakışlarını. Tümünle seni.

Bu yoğun sis ardından yağmuru getirdi sokaklarıma. Ne kadar yağarsa yağsın sis aralanmıyor ve ulaşamıyorum benliğine. Her şey bir muammadan ibaret bu şehirde. Yabancıyım caddelerine, cafelerine, retoranlarına, insanların kahvelerini yudumlarkenki o umarsız bakan bakışlarına. Penceremden bu kadar yakın görünen katedral, neden uzaklaşıyorsun ben sana geldikçe.

Ne yazık… Sana ulaşmak için geldiğim bu şehirlerden hep gitmiş oluyorsun. Yanlış anlaşılmış olmak ne kötü. Üzerime yapışmış bu hüznün gölgesinden kurtulamadığım için kaçıyorsun benden. Seni ararken bulduğum esas ben, yine seni ararken kaybettiğim gözündeki ben oluveriyorum. Uzaktan uzağa anlaşılmıyor ki duygular. Anlatamıyorum ki kendimi sana. Zaten hiç merak edip yol göstermiyorsun o gri ve sisli ormanda bana. İpekten, bir tel ip ile tutunmuşum sana. Ben sardıkça boşalıyor makara. Pencere önündeki mektuplara bir çoğunu daha ekliyorum. Kelimeler sığmadıkça dökülüyor yerlere. O örümcek ağlarının üzeri çığlıklarımla dolu. Altındaysa yüreğim. Yine de bir masal kahramanı gibi mutluluk oyunu oynuyorum. Senin gözünden görmek bu kenti. Senin karelerinden izlemek hayatı. Senin pencerenden bakmak ve seçebilmeye çalışmak için. Şimdilik yaşam bundan ibaret. Ama bir yere kadar.

Benimde bir pencerem var. Benimde karelerim. Bu sis bulutunun altında renkli bir ben var. Daha ne kadar dolaşabilirim hüznün ağlarında. Daha ne kadar arayabilir bu gözlerim buğulu camların ardında seni. Ne kadar yürüyebilirim sana. Bu uzaklığa daha ne kadar ulaşmaya çalışılır. Ne kadar sürer bu ipek telin sağlamlığı. Bu mutluluk oyununun bir sonu yok mudur. Gerçek mutluluk, bir kuşun kanadında uçmak mıdır?

Mektuplar ellerimde. Söylenememiş, yarım yamalak anlatılabilmiş bu benlik içimde eskidi. Sense hala o camın ardında tüm görkeminle durmaktasın ve ben hala seni buğulu, gri bir prag gününde özlemekteyim.

KASIM 2008



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir


Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.