Sigaranı yakmış, parmaklıklar ardından duvarların ıssızlığına doğru bakıyorsun. Özlüyorsun…
Lacivert denizin mavi gökyüzüne kavuştuğu enginlikleri. Dost muhabbetlerini…
Bir şişe büyük masada, kavun, peynir, ezme, haydari yanında. Küçük tahta taburelere sığmaya çalışırkenki denge.. Bir müzik sesi geliyor, sirtakinin ayak sesleri… İskelenin ayaklarına vuran denizin sesi, kulaklarımızda… Bir sen kaldırıyorsun ‘şerefe!’ bir ben, bir o ve diğeri. Bir muhabbet ki tadı geceden sabaha uzanıyor.
Gözünü bembeyaz saten çarşafların içinde açıyorsun. Bir o kadar aydınlık gün… Yeniden doğmuş gibi… Çıplak ve huzurlu. Kollarını aç ve serinliği hisset. Kuş seslerini, kedinin mırıltılarını, yanında uyuyanın parfüm kokusunu hisset… Yaşam başka ne olabilir diye sor kendine.
Eminim oraya da köklerini salmaya başlamışsındır. Bir parça ekmeğini kardeşiyle paylaşan çocuk gibi paylaşıyorsundur insanlığını. Şimdi içerde olmak vardı…
Sen koca çınar, kervansaray, bu kızgın çöl sıcağında, bir yudum su için uğrayanların şimdi ardından ağıt yakar. Merak etme elbet duyulur sesleri. Önemli olan senin sesini duymak.
Evet yine bir masal anlatıyorum sana. Kelimeler akıyor içimden hepsi sana. Sen parmaklıklar ardında, ben duvarlar. Kavuşmak var mıdır alın yazımızda…
Temmuz 2008