Sık sık gittiğim oyun parkındaydım yine bu gün. Her günkünden farklı olarak boştu park. Bir iki oğlan çocuğu hırpalaya hırpalaya sallanıyordu salıncakta. Ve bir kız çocuğu bekliyordu yanlarında. Sıra gelecek miydi eve girmeden önce acaba…
Uzun uzun baktı sallananlara. Oğlan çocuklarının inmeye hiç niyetleri yoktu salıncaktan. Nafile bekliyordu küçük kız. Salıncağın, avuçlarını aşan demirine tutunuyordu. Her şey o kadar büyüktü ki yanında küçük kız görünmez oluyordu parkın ortasında. Hayata bir tek o demirle tutunuyormuş gibiydi. O demir de avuçlarına kalın geliyordu. Avuçlarından kayıp gidecek ve kız düşecekti sanki. Sağlam değildi bağları, belliydi. Arkası dönüktü bana. Kırmızı küçük bir elbisesi vardı, çiçekli. Benimkine benzer kırmızı rugan papuçları vardı. Kırmızının tüm canlılığına rağmen, hayatın bir müsveddesini yaşıyordu sanki. Hiç büyümeyecek ve bir gün gelip onun eksik yönlerini tamamlayan birini bulduğunda aslını yaşayacaktı çocukluğunun.
Elindeki demire daha sıkı sarılarak çevirip başını bana baktı. Göz göze geldiğimiz anda bıraktı demiri. Koştum yakaladım hayatının ip ucundan. Gülümsedim. Gülümsedi. Yanımda duruyordu. O kadar küçüktü ki, elimi uzattım zor tuttu. İlerdeki banka kadar beraber yürüdük. Oturdum banka. Karşımda, kocaman gözleriyle bakıyordu kalbime. Minik eli elimde, gözleriyle konuşuyordu ilkin benimle. ‘Lütfen tut beni’ diyordu.
– merhaba
– merhaba
– buraya yalnız gelemeyecek kadar küçüksün.
– Hayır, esas eksiğim.
– Sen de mi?
– Sen de mi?
– Tek farkımız ben senin yaşındayken bunu dillendiremiyordum. Farkındaydım elbet ama…
– Beni bir tek sen anlarsın. Bunu görüyorum kalbinde.
O kadar küçüktü ki, üzülüyordum benim yaşadıklarımı onunda yaşayacak olmasına. İçim eziliyordu. Daha bu yaşında olgunlaşmak zorunda kalmış. Ve biliyorum ki ömür boyu yaşının hep üzerinde olacaktı duyguları. Hep olgun olmak zorunda olacaktı. O kadar eksik olacak ki, olgunluğuyla eksiklerini kapatmaya çalışacaktı. Hayat denen çeşmenin başında susuz kalacaktı. Uzatılan bir bardak suyu da içmeyi beceremeyecek, döküp saçacaktı, yaşam heyecanıyla.
– Elimi tutar mısın?
– Her zaman.
– Eksiklerim ne zaman tamamlanacak bunu biliyor musun?
Bu sorusunu cevaplayamadım ne yazık ki . Dönmeyecek olan sevgilinin gemiden son el sallayışına aldanırcasına bakar gibi dalıp gittim gözlerine. Ne diyebilirdim ki. Seni sarıp sarmalayan, tüm yaralarına merhem olan, eksiklerini de sonsuza dek tamamlayacak diye bir yalan mı söyleseydim.
Ömür boyu hem eksiklerinin hem de kapatılamayacağını bilerek yaşamaya çalışacaksın. Bunun şansla bir ilgisi yok. Çok şanslı olsan bile hiçbir şey veya hiçbir kimse o eksiklerin yerine geçemiyor. İçinde o kocaman boşlukla yaşıyorsun. Bazen unuttuğun oluyor. Hiç olmadık bir yerde hiç olmadık bir şarkı duyup gözyaşlarına boğulabiliyorsun. Hıçkıra hıçkıra bile ağladığın oluyor. Elinden bir şey gelmiyor, gelmeyecekte. Çoğu zaman kimse anlayamıyor seni. O kocaman boşluğu sessizce gözyaşlarınla doldurup, çoğu geceler boğulduğun olacak mı deseydim.
Sessiz kalışımdan anladı zaten neler anlatmak isteyişimi ama umudu kırılmasın diye sustuğumu.
– Anlıyorum.
– Biliyorum anladığını. Hayat boyu bu olgunluğa mahkumsun. Bunu şimdiden biliyorsun, ne acı.
– Üzülmüyorum ama. Henüz çok küçük olduğumun farkındayım ama şimdiden şu oğlan çocuklarının neden bana sıra vermediklerini anlamaya çalışarak öğreniyorum gelecekte yaşayacaklarımı.
– …..
– Öyle ya da böyle sen de bu yaşına kadar gelmedin mi. Aynı yollardan geçerek bende yürüyeceğim. Ama benim bir şansım var. Sen varsın. Öyle değil mi?
– Evet, ben varım. Ve her zaman olmaya çalışacağım. Bir yanına destek olabilmeyi çok isterim.
Çok sevdim bu kızı. İyi ki bu akşam gelmişim bu oyun parkına. Şanslı bir günüm olduğunu düşünüyorum. Biraz olsun, içim rahatlamış, sanki bağıra çağıra ağlamışım gibi içimi boşaltmış hissediyordum artık. Küçük aynamı kapatıp, eve doğru yola koyuldum, her zaman içimdeki boşluğa akıttığım gözyaşlarımı dışarı akıtmıştım bu akşam.
ŞUBAT 2008